11 Aralık 2018 Salı

Kör Baykuş




  
   KÖR BAYKUŞ
     Sâdık Hiâyet’in asıl adı Bûf-i Kûr olan Kör Baykuş adlı romanı ilk kez 1936 yılında yayımlanmıştır. Eser Fransızca, Rusça, İngilizce, Almanca, Macarca ve Çekçe’den sonra çağdaş İran edebiyatının ilk roman olarak Türkçe’ye 1977 yılında Behçet Necatigil tarafından Kör Baykuş adıyla çevrilmiştir.
     İki bölümden oluşan eserin ilk bölümünde, anlatıcının  gördüğü düş ve o düşün, romanın adı verilmeyen kahramanı üzerindeki etkileri üzerinde durulmaktadır. Bu düşte, anlatıcı, kendisini ziyarete gelen amcasına ikram etmek için evindeki diğer odadan şarap aldığı sırada, duvardaki pencerede, bir servinin dibinde oturan kambur bir ihtiyar görür, karşısında melekler kadar güzel bir genç kız ona doğru eğilmiş, sağ eliyle mavi bir gündüzsefası uzatıyor, ihtiyar da sol elinin işaret parmağını ağzına götürmüş tırnağını ısırıyordur. Anlatıcıyı gören ihtiyar, tüyleri diken diken eden uğursuz bir kahkaha atar. Bu düşün etkisiyle kendinden  geçen anlatıcı, birinci bölüm boyunca düşünde gördüğü hayali kızın peşindedir.
     İkinci bölümde ise, kahramanın gerçek hayattaki dünyasıyla karşılaşır okur. Evi, karısı, ailesi hakkında bilgiler veren kahraman, halasının  kızı olan  karısıyla yalnızca bir gece birlikte olmasından duyduğu nefreti anlatırken, okur, kahramanın adım adım bir canavara dönüşünü ve karısını öldürmeye varan saplantılı aşkına tanık olur. (Deler, 2012:27-28)
     Eserde Zaman Algısı
     Kör Baykuş, Nevruz’un on üçüncü günü, yani yeni yılda , 21 Mart’ta başlamaktadır. 21 Mart’ın bir önemi vardır, çünkü bu tarihte insanlar gelenek olduğu üzere kentin dışına çıkarlar, şenlik yaparlar. Anlatıcı, bu tarihte odasının duvarındaki pencereden o düşü görür. Yeni yıl, biten bir yılın ardından  yeni bir başlangıç yapmayı, eskinin geride kalışını simgeler. Anlatıcı da bu tarihte gördüğü düşle hayatının dönüm  noktasını yaşamıştır. Ancak onun için bu tarih bir felaketin başlangıcı olmuştur. (Deler, 2012:31)
     Eserde Mekân Algısı
     Kör Baykuş’ta anlatıcı, kendi içine kapalılığını yansıtır bir biçimde daha çok durağan mekânlarda bulunmaktadır. Issız yerler, asude yamaçlar dikkat çekicidir. Eserde, anlatıcının hayatı, şehirden uzakta, sessiz, sakin, kırsal bir yerde olan evinde, odasının dört duvarı arasında kalemlikler üzerine resim çizmekle geçmektedir.
     Bunun yanı sıra anlatıcının karısını gömmeye götürürken geçtiği yerler ve gömdüğü yer de ilginç bir şekilde anlatılmıştır. Yolda, cenaze arabası büyük bir süratle yolları geçerken, anlatıcının  ne rüyasında ne de uyanıkken  hiç görmediği manzaralar karşısına çıkar: “Yolun iki yanında çentikli tepeler, acayip bodur ve ilençli ağaçlar; aralarından bakan kül rengi, üç köşe, küp,  prizma biçimi evler; evlerde küçük, karanlık, camsız pencereler…” Anlatıcı gördüğü evlerde sanki hiçbir zaman bir canlının oturmadığı hissine kapılmıştır. Sonra ansızın koyu bir sis ardında bütün manzaranın kaybolmasıyla ve cenaze arabası çıplak bir dağ eteğinde durmuştur. Ölünün gömüleceği yere gelmişlerdir. Burası Suren Irrmağı’nın kıyısıdır. Nitekim anlatıcı da çocukluğunda karısıyla birlikte geldiği, öbek öbek mavi kokusuz gündüzsefalarıyla dolu bu yeri sanki biliyor gibidir. (Deler, 2012:35-36)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder