EDEBİ KİŞİLİĞİ
Sâdık Hîdâyet, Muhammed Ali Cemâlzâde
ile birlikte modern İran öykücülüğünün kurucuları arasında yer alır.
Eserlerinde sade anlatımı ve halk dilini benimseyen Hîdâyet karakterlerini de
sıradan, çoğunlukla ezilmiş, horlanmış ve cahil kalmış halk arasından
seçmiştir. Hikayelerindeki karakterlerini yaşayan dünyadan olmasına özen
gösteren Hîdâyet içinde yaşadığı çağın ve toplumun sorunlarından da
kaçmamıştır. Hîdâyet, gelenekçi değerlerin çatıştığı, toplumda ve düşünürlerin
düşüncesinde bir gevşekliğin var olduğu bir dönemin yazarıdır. Meşrutiyetin
olumsuzluklarını yaşamış, çöküşe bizzat tanıklık etmiş, sıkıntılara maruz
kalmış ve endişeli bir kuşaktandır. Bu kuşak değişimin içinde yer alan,
bunalımlar yaşamış, hayatı yeniden anlamlandırmak ve adlandırmak için çaba sarf
etmiştir. Hidâyet’in hayatında soyut ve somut gerçekçi öykülerinde bir ikilem
–nihayetinde onu intihara kadar sürükleyecek olan– yaşadığı gözlemlenmekte ve
bu ikilem toplumsal ve düşünsel olarak yaşanılan gevşekliğin bir görünümüdür.
Hidâyet ne bu kadar kabus dolu geçen durumu beğenir ne de Rıza Şah’ın baskıcı
modernizmini beğenir. Gerçeği yansıtan eserlerinde toplumsal değerleri yerden
yere vuran bir mizaçla sorgular. Hâcı Murad (Hacı Murat), Davûd-i Gûzpoşt
(Kambur Davut), Âbecî Hânûm (Abeci Hanım), Morde Horhâ (Ölü Yiyenler), Dâş
Âkil, Taleb-i Âmorziş (Af Talebi), Çengâl (Çengel), Muhallil (Hülleci), Zenî ki
Merdeş râ Gom Kerd (Erkeğini Kaybeden Kadın) ve Aleviye Hânûm (Aleviye Hanım)
gibi öykülerinde, baskının, hurafeciliğin istilâsına uğramış toplumu eleştirel
bir şekilde betimlemiştir. İçten içe toplumun kokuşmuşluğunu yüzüne vurur ve bu
sıradanlığı, yobaz ortamı kabullenmiş toplumdan duyduğu rahatsızlığı dile
getirmiştir. Aleviye Hanûm’da hafif meşrep bir kadının tarzını yeniden
canlandırarak kalıcı bir karakter yaratmayı başarır.
Gerçekliği sadakatle betimleme
çabasında olan Hîdâyet, statüko savunmacılarına eleştirel bir dille yaklaşıp
onların tasavvurlarını yıkmıştır. Duygusallığa kapılmadan, toplumdan dışlanmış insanların ruhsal
sıkıntılarını aktarmış ve eski geleneklere bağlı kalmış hayatı, toplumun bir
kurbanı sayılanların kaderini canlı öykülerle yansıtmıştır. Bu sebepledir ki
halen onun eserlerinde toplum ruhunun en bastırılmışlarını görmek ve yazarın ne
denli ileri görüşlü olduğuna hayran olmak mümkündür. O, hem şehvet düşkünü ve
cahil olan halkı yerine acı çeker, hem de onların bu halinden duyduğu
memnuniyetsizliğini dile getirmiştir. O, ideali olmayan, bu kadar şeye
katlanmaya tahammül eden ve ses çıkartmayan mutlu görünümlü bu insanlardan
intikam alma gayesinde olmuştur. Se Katre Hûn öyküsünün anlatıcısı şöyle der: “Aramızda hiçbir ortak
yön yok; yerden göğe kadar onlardan farklıyım. Ama bu insanların iniltileri,
sessizlikleri, küfürleri, ağlayış ve gülüşleri rüyalarımı hep kâbuslarla
dolduracak.” Hîdâyet, topluma karşı sorumluluk hissettiğini ve ona karşı
duyarsız kalamayacağını dile getirmiştir. Bunu söylerken eserinde kahramanına
söylettiği sözlerle belirtmiştir.
Hîdâyet’in toplumla olan ilişki bağı,
aristokratlarla olan ilişkisi gibi çelişkili ve karışıktır. Toplumu kaplayan
bayağı halden ve anarşik yapıdan dert yanan Hîdâyet, eski aristokrat sınıfın ve
soyluluğu temsil eden bazı değerlerin de yok edilmesinden hoşnut değildir. İran
toplumunu kirlilikten arınmış kabul edip hoşa gitmeyen inançları
(hurafeciliği), İran halkına mensup olmayan kavim ve dinlerin bir sonucu görür.
Pervîn Dohter-i Sâsân (Sasan Kızı Pervin) ve Mâzyâr (Mazyar) adlı piyesleri ile
Sâye-yi Moğul (Moğol Gölgesi) ve Âhirîn Lebhend (Son Tebessüm) adlı öykülerinde
İranlıların saldırgan kavimlere karşı gösterdikleri direnişin örneklerini
göstermek için yazmıştır.
Hîdâyet, tarihi öykülerinde o
yıllarda halkın gözünü korkutmuş olan aşırı yurtseverlik duygularının yangınına
körükle gitmiştir. Şüphesiz ki o, tarihi roman yazarları gibi bir kurtarıcı
aramamış, dönemi aşağılanmış bir durumda kurtaran bir yol arayışında olmuştur.
Hîdâyet, İran edebiyatında hikâyeleri derleyen ilk kimselerdendir. Kendisi
bizzat çağdaş yaşamla ilgili ve metaforik temalarla yazmıştır. O toplumun her
kesiminde kesitleri konu edinmiştir. Fakat yine de romantizmin bir devamcısı
gibi görülmüştür. Hîdâyet, dönemin acılarını kendisinde hissetmiş ve onlar
doğrultusunda yazmayı sürdürmüştür. Eserlerinde, iktidarın zulmüne maruz kalmış
kitlelerin iniltilerini yansıtıp kader kurbanlarının perişan durumlarını
sergilemiştir. Yeni öykü tekniklerini bilen Hîdâyet, Cemâlzâde’nin yalın
anlatımını, öykü kahramanlarının ruhsal tahlillerini yapıp iç çelişkilerini
ortaya koyarak psikolojik öyküler derecesine çıkartmıştır. O, kahramanlarının
karmaşık duygularını ortaya koymak yerine onları yeniden canlandırmayı
başarmıştır. Hîdâyet, daha sonraları kendisinin karanlık odasından çıkan
yazarların görüş ortamlarını ve yöntemlerini geliştirmekte önemli bir rol
üstlenmiş ve yazarlık gücünü folklor bilgisiyle yoğurmuştur. Çağdaş İran
edebiyatının en özgün eserlerini kaleme alır. Bu eserleri hem içerik olarak hem
de biçimsel olarak önceki İran öykücülüğünde geçmişi olmayan bir zenginliği
barındırır. O, bilinçli ve bir sisteme dayalı bir şekilde öykülerinde daha
düzgün bir yapı oluşturur.
Hîdâyet, entelektüel ve edebi
çevrelere katılır ama onları geleneksel ve hareketsiz bulur ve bu sebeple
ilerici ve kendi görüşünde olan insanlarla bir grup oluşturdu. Hîdâyet bu
grubun rehberi ve lideriydi. Dostlarını yeni edebi çalışmalar için ikna etmeye
çalışıyordu. Saye-yi Moğol ve Tarihsel Bir Oyun Mazyar bu çalışmaların
ürünüdür. O, geleneksel hayatı olumsuzluklar şeklinde gösterir, geleneksel
hayatı ve onun kültürel, edebi yönlerini yok etme düşüncesindedir. Eserlerinde
bir döneme ve kendi iç dünyası ile çatışan bir insan olarak kendisinde görünen
ıstırabı yansıtır. O, yenilgi yılların bir yazarı olarak hassas toplum rolünü kaybetmiş,
dünyaya yabancılaşan, yalnız kalmış ve felaketlere maruz kalmış hissine
kapılmıştır. Toplumun alışmış olduğu düzensizliğe karşı isyan etmiştir, bu
nedenledir ki eserlerinde hayata hep bir düzen getirme ve herkesin kesin olarak
bildiği şeyleri irdelemesi için onlarda şüphe uyandırmıştır.
Hîdâyet, her şeyden uzaklaşmış, yazma
sayesinde içinde gizli kalmış benliğini aramaya başlar. Hem kendi hayatına bir
anlam katmak için hem de içinde yaşadığı dünyayı, toplumu anlamak için
yazardı. Bu durumu Mîr Âbidînî şöyle
açıklar: Varlığını baştan ayağa törpüleyen bir dünya karşısında, yazmaya
yönelmek zorunda kaldı. Bu onun tek gücüydü; yıkmaya çalıştıkları ve yıkmayı
başardıkları tek gücü. Yazı yazmasını sekteye uğratmak için ortada pek çok
engelleyici neden vardı. O, kendisini diğer yazarlar arasında garip hisseder ve
onları ironi bir şekilde eleştirir. Çünkü kendi döneminin büyük sıkıntılarını
bilen, özgür yaradılışlı biriydi, çağdaşlarını yönetime yalakalı, dilenci
tabiatlı, yüzsüz ve toplumsal olaylara kayıtsız olan kişiler olarak görür. Hîdâyet,
İran kültür ve edebiyatının içinde bulunduğu durumun özlü ve canlı bir
karikatürünü çizmek için Kaziye (Sorun) adında yeni bir edebi tür yarattı.
Nazım, nesir, mizah ve ciddiyetin bir karışımı olan bu yazılarda, kültürün ve
hayatın köhnemiş görünümlerinin hicvi dolaylı bir şekilde gerçekleşir. İroninin
etkisi, Kaziye’lerin yazım tarzında ve yazarın kullandığı dilde görülür.
Hîdâyet, Avrupa’da eğitim gördüğü
için İran’a geri döndüğünde halkın dostu olma ve aydın olma gibi durumlarda
toplumuna hizmet etmek istedi. Fakat yeteri kadar okur-yazar olmadığı,
yoksulluk ve aşırı cehalet hem İranlı hem de Avrupalı olan Hîdâyet ile halk
arasında derin bir uçurumun oluşmasına neden oldu. Hîdâyet, yalnızdır tamamen
yalnızdır. Coğrafyasının dışında kalmış, burada kalmış, oraya sürgün edilmiş.
Çökmüş bir toplumun arasına sıkışmış, modernlik henüz oraya yerleşmemiş,
uçurumda ve sonsuz bataklıkta çırpınıyordu. O yaşadığı toplumda bunca sorunla
uğraşıyordu, yazarak kendisini ifade etmeye çalışıyordu ki yazmak onun için tek
yoldur.
Hîdâyet’in soyut-zihinsel eserlerinde
kullandığı şaşkın aydın, rüyasında geleceği iyi gören ve sonunda ölümcül bir
umutsuzluğa yakalanan meşrutiyet edebiyatının reformcu aydının halefidir.
Toplumsal sorunlar konusunda tüm eleştirilere rağmen yerleşik kurumlara
saldırmayan ve statükoyla anlaşan toplumsal romanın özgür yaradılışlı aydınının
devamıdır. Bu aydını mükemmel olarak şekiller. Baskının artması ve durumun daha
da karmaşık bir hal almasıyla, meşrutiyet yenilgisini de yaşamış olan bu yazar,
hassaslaşmış ve arzuladığı toplumsal konuma kavuşmadığı için kendi içine sürgün
edilmiştir. Modern düşünen bu aydın, gelenekçi ve baskıya maruz kalmış bir
toplum tarafından dışlanmış ve lanet edilmiş. Bir hiç gibi görülmenin ve
itibarsız olmanın verdiği ıstırap, eserlerinde kullandığı karakterlerin ruhunu
yakmış ve o karşı konulmaz durumdan çıkmak için intihara götürmesine ve gizemli
bir dünyaya kaçmasına sebep olmuştur.
Vatanında uzak kalan Hîdâyet, kendi
içine göç eder. Kendini arayışı, Zinde BeGûr, Se Katre Hûn ve Bûf-i Kûr adlı
öykülerinde önemli bir konu olarak ele alır ve İranlıların kimliğine bir
pencere açar. İran toplumunun dünya üzerindeki yerine kafa yorar, gelenek ile
modern arasında kalan insanın varlığını tarif etmeye çabalar. Ölüm-yaşam,
karanlık-aydınlık arasındaki ikilik, düş ile gerçek arasındaki ilişki, modern
bir çabadır; bireyselleşmeye bir çıkış kapısı açma, dönemin insanını tanıma
çabasıdır. Kendine başka bir evren yaratıp orada yaşamıştır, yani kendisini
tamamen yarattığı iç dünyasına yolculuğa götürür. Sâdık Hîdâyet hep başka bir
yerdedir, o her şeyin temelini kendisi atmıştır. Yetiştiği topraklarda
yasaklanmış, yazdığı yerlerin hep uzağında kalmış ve çok uzaklarda kendi
ülkesine, çocukluk yıllarına ve gençlik dönemine baktığında puslu bir perdenin
arkasında dünyasını yaratmıştır. O böyle yapmak zorundaydı, çünkü ülkesinde
yasaklıydı. Hîdâyet, yazmak dışında bir şey yapmamıştı ki yasaklanmasına neden
olsun bir şeyler. Varlığa açılan tek penceresi yazmaktı, yaşadıklarını ve
hislerini ancak yazıya dökebilirdi. Onun düşüncelerine tercüme olan sadece
yazıydı ve muhatabını bulamadığını hissetmekteydi. Hîdâyet, bir işi kendi
sorumluluğunda yapardı, kendi yalnızlığını eserlerinde işlemiştir. Öyle ki
yazma işi ona yeteri kadar acı ve sıkıntı getirmişti. Onun yalnızlığı ölüme
doğru gitti, kendi döneminin insanlarından bir yer edinemedi. Hîdâyet, mevcut
zor koşullarda kendi derbederliğini doğu ve batı arasında yapabildi, bu faktörleri
kendi içinde özümsedi. Onun içindeki karamsarlık Buf-i Kûr’u yazmakla edebi
düzeye ulaştı.
Ölüm arzusu, yalnızlığı seçme,
kâbuslu ve sisli bir atmosfer, hayattan kopmuş, hayatın verdiği rolü oynamaktan
yorulmuş, dışlanmış bir insan. Bunlar Hîdâyet’in ilk eserlerinin en önemli
özelliklerini teşkil eder. İlk öykülerinde işlediği bu temalarla Hîdâyet
yaşadıklarını ve hayata bakış açısını yazıya dökmüştür. O, kendisini yaşadığı
çağın her şeyinden sorumlu bir yazar olarak görmüş ve ona göre davranmıştır.
Edebiyata ve ülkesine saygınlık kazandırmak için çaba sarf etmiştir. Edebiyatın
gelişimini değerlendirip onun eksik noktalarını eleştirir. Hîdâyet daha çok
edebi unsura yani karaktere vurgu yapardı. Bu sebeple diyaloğun etkili ve
belirgin bir işlevi olduğunu düşünürdü. İki asli karakterin karşıtlığı ve karşı
karşıya gelişi, bu diyaloglar yoluyla ortaya çıkma imkânı vardır. Öykünün, ya
da en azından karakterlerin süslenmesi, ikili bir eksen etrafında ya da zıt
kutup arasında gerçekleşir. Geleneksel İranlı hayatın canlı bir tasvirini
vermeye çalışır ve bunu öykülerinde zaman zaman başarmıştır. Tarafsızca yazar,
kötü kalpli, bahtsız ve toplumdan dışlanmış kadını okuyucusuna karşı onda bir
merhamet duygusu uyandırır ve toplumsal çatışmaları da betimler. Bazen de aşkta
hüsrana uğraması, Hîdâyet’in yalnız ve dışlanmış kahramanlarını bir çıkmaza
sürükler. Bu dışlanmaları kabul etmez ve onları ağır bir dille eleştirir. O,
halkın dini inançlarını, böylesi bir hayatın devamında endişe etmekten önemli
bir neden olarak görür, Hâci Murad ve Âbecî Hânûm’da inançları sorgular ve
Âteş-perest (Ateşe Tapan)’te Zerdüştîlerin gelenek ve göreneklerini över. Bazen
de kalabalıktan kopmuş, yalnızlaşmış bir bireyin monoloğunu betimler. Deliler
topluluğunda bir akıllı, toplumun cehaletinden ve sıradanlığından yorgun düşmüş
bir insanın duyduğu nefreti aktarmış. Vesveseli olan bir insanı, kendi
hayatını, yaşadıklarını öykülerinde kahramanlarına rol olarak verir. Hîdâyet, içinde bir güvensizlik hisseden,
trajik bir ortam yaratarak, kafası karışmış bir yazarın duyduğu güvensizlik
duygusu neticesinde huzursuzluğunu açığa çıkarmayı başarmıştır. Gerçekle
karşılaşmak ve yüzleşmek istemeyen aydın, kendi hayal dünyasına sığınıp
kişiliğinin bir takım yönlerini gerçek hayatta yapamayacağı şeyleri yapması
için zorlanmıştır.
Kimliği sorgulanan ve toplumda bir
takım saldırılara maruz kalan yazar, kendisine farklı kimlikler verir
eserlerinde. Bu şekilde kendisini çoğaltır, onu ötekilerden ayrıştırır. Unutulmuş bir adam, duvarları tavana kadar
mor renkte olan bir akıl hastanesi köşesinde, kendisini çoğaltır. Ona örnek bir
kimlik veren ve onu ötekilerden farklı kılan şey, yazmaktır. Başkaları onu
anlamasa da bir yazar olarak kendisini tanıtır ve gölgesiyle konuşur. Hîdâyet,
muhatap bulamadığı için gölgesiyle konuşur gibidir, tamamen yalnızlığına mahkûm
edilmiş ve yazdıkları okuyucusu bulunmayan bir toplumda varlığını
sürdürmektedir. Yazdıkları toplum tarafından benimsenmeyip değersiz muamelesi
görmüş bir aydındır. Sevgilinin vefasızlığından yakınır ve düşlerinin acı bir
şekilde kabusa dönüştüğünü de bazı öykülerinde sergiler. Girdâb, Âyine-yi
Şikeste, Sûretekhâ gibi öykülerinde batılı hayatı betimlerken çok da başarılı
olduğu söylenemez, onların hayatlarındaki -kökleri ne geleneksel hayatta olan ne
de modern hayatla ilgili olan- ikilemlerini, ruhsal çelişkilerin içinde
sergileyememektedir.
Fakat Daş Âkil, Lâle, Çengâl gibi
bazı öykülerinde halkın ıstıraplarını, acılarını, yoksulluk ve trajedi-drama
hayatlarını ustaca verip İranlı toplumun yaşamını canlı bir tasvir şeklinde
sunmayı başarmıştır. Hîdâyet, Freud psikanalizi hakkında öğrendiklerini kısa
öykü kalıbına döktü. Bu bakımdan aşk, Freud’cu yaklaşımla onun eserlerinde en
önemli temaları oluşturur. Âferinegân adlı öyküde aşkın betimlenişini, bu
psikotoplumsal olguya nasıl yaklaştığını çok iyi bir şekilde ortaya koyar. Hîdâyet’in
öykülerindeki insanlar aşklarını dışa vurmakta sürekli çekinirler, onu uzaktan
yaşamayı tercih eder. Aşk onların hayatında parlak bir ışık gibi parlar,
başlangıcı güzel olsa da kahraman aşkına, sevdiğine yaklaştığında hüsrana
uğrar. Yaşadığı hüsran, yalnızlık ve umutsuz durum onu ölüme sürükler ve
intihara gider. Eserlerin büyük bir kısmında aşka karşı yaşadığı yenilgiyi ve
hüsrana uğramış insanları hasta ruhlu, mustarip şekilde ele almıştır. Aşk ilkin
kahramanların hayatlarına bir anlam katıyor gibi görünse de rüzgâr gibi geçer
ve yerini hüzün alır. Eserlerinde aşk konusunda hep hüzün ve ihanet sonucu
ortaya çıkar. Hîdâyet’in eserlerinde kullandığı karakterler toplumun değişik
kesimlerinden ve farklı zamanlarda seçilmiş olsa da aşk konusunda görüş hep
birdir ve sonucu aynıdır. Hîdâyet bu kesimlerin sorunlarını, düşüncelerini
yansıtmak için uğraşsa da kendi düşüncelerini onlara yükler ve o şekilde canlandırır.
Toplumsal baskıdan kaynaklanan ve duygusal, cinsel ilişkiden duyulan endişe,
kadınların baskı altında tutulması ve onlara söz hakkının tanınmaması aşktan
kaçmalarına ve korkuya kapılmalarına neden olmuş, ölüm ve intihar düşüncesine
kapılmıştır. Öykülerinde inançsal yön, sanatsal yönden daha güçlü bir
şekildedir. Aşk, ölüm konularını kahramanlarına tartıştırır ancak bunlar kendi
özgür iradeleriyle tartışamazlar, yazarın düşünce ve fikirlerini yansıtırlar ve
tartışmayı onun istekleri doğrultusunda yaparlar. Hîdâyet’in gerek son dönemde
kaleme aldığı eserleri olsun gerekse ilk eserlerinde olsun bir arada yer alan
iki çelişki durumu gözetir. Yazarın ve yaşadığı dönemin içsel çelişkileri
birbirinden ayrı düşünülemez. Halkın yaşam şekli ve ideallerinin ele alınması;
Hîdâyet’in umutsuzluk hali ve yaşadığı ıstırapla çatışmasıdır. Bir takım
toplumsal, ruhsal ve ailevî baskılara maruz kalmış bir aydının ruhsal
dünyasında yaşadığı parçalanma tamamen gerçekleşir ve zihnini saran intihar
düşüncesi onda etkili olur. Hîdâyet’in kullandığı kadın kahramanları daha çok
şehvet düşkünü olarak karşımıza çıkar. Örneğin Erkeğini Kaybeden Kadın
öyküsündeki kadın karakter buna örnek verilebilir ve kullandığı kadın
karakterlerine intihar ve ölümü son olarak hazırlamıştır. Ancak Katya adlı
öyküsünde kullandığı kadın kahramanını öldürtmeden hikayesini bitirmiş, bu da
farklı bir özellik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bazen de öldürmediği kadın
karakter çirkin, çok ve boş konuşan olduğu için erkeği tarafından terk
edilmiştir. Hîdâyet’in kadınları eserlerinde şehvet düşkünü, kötü karakterde
göstermesinin nedeni o günkü İran toplumunda kadına verilen değeri eleştirdiği
içindir. Çünkü toplumda kadın hep susturulmuş, arka plana atılmış, günlük ev
işlerini yapmak zorunda olan biri olarak algılanmış. Çıkmaz adlı öyküsünde
kullandığı kadın karakter suskun, konuşmayan, erkeğinin baskın olduğu ve hep
kararları veren kişi olarak görünür. Kocasının veya erkeğinin yanında bir esir
muamelesi görmesinin doğru olmadığını ve kadınların kendi değerlerinin farkına
varmaları için böylesi bir yol seçmiştir.
Hîdâyet, particiliğin ön plana
çıktığı dönemde, hiçbir partiye mensup olmamıştır. Fakat İran’ın geleceği
hakkında duyduğu endişe daha da artar. Bu kendisinde aşılması güç bir hal alır.
Bunu açık bir şekilde dile getirir ki Frederic Juliot Curie (öl.1958)’ye bir
mektup yazarak bu konudaki düşüncelerini şöyle dile getirir: “Emperyalistler
ülkemizi koca bir zindana çevirdiler. Konuşmak ve doğru düşünmek suçtur.”
Bu konuda toplumda bir yerlere gelmiş
aydınları halk hareketine destek vermeleri için onlara çağrıda bulunur. Halk
adalet ve özgürlüğe susamış bir durumdayken bu hasretliği sonlandırmak için
kitlesel bir oluşum başlatır, Hîdâyet de bu toplumsal oluşuma destek olmak için
harekete geçer. Günün siyasi konuları hakkında eserler kaleme alır. Hîdâyet,
kendi dönemindeki hayatın anlamsızlığını ve bir hiç olduğu düşüncesini sanatsal
yönden iyi bir şekilde anlatmayı başarır. Hidayet, ataerkil iktidara, düzene
karşı muhalif bir tavır sergiler. O, bazı hikayelerinde işçi sınıfın çileli
hayatını ve mücadelesini betimler, bu betimlemeleri yaparken baskıcı yönetimi
ve bu yönetimi destekleyenleri ağır bir dille eleştirir. Ferda (Yarın) adlı
öyküsünde bunu net bir şekilde ortaya koyar. Bu eserinde iki monoloğu dile
getirir ki birincisinde kahramanın sabırsızlığı sonucunda gösterdiği itirazları
betimler, kahraman bu durumda zaman zaman kendisiyle çelişir. İkincisinde ise
kahraman birlikte partiye üye olduğu arkadaşı ölür ve arkadaşının ölüm haberi üzerine
yaşadığı mutsuzluğu ve partinin “Yarınlarda mutluluk vardır” vaadiyle
kendisinin yarın arkadaşının cenaze törenine katılma durumunu anlatır. Hîdâyet,
bazı eserlerinde bu hikayesinde olduğu gibi iki zıt durumu okuyucusuna
sunmaktadır. O, iktidar sahiplerini ve saraylı yazarları hicveder ve şahlık
rejimini ağır bir dille eleştirip olumsuz yönlerini topluma göstermek için
çabalar. O, tabuları yıkmak ve hurafecilikle mücadele etmek amacıyla önemli
toplumsal değerlerle alay eder. Toplumun cahil kalmasından rahatsız olduğu için
topluma karşı bir nefret besler. Ayrıca kurulmuş olan partilerin amaçları
dışına çıktıklarını anladığında onlarla olan bağlantılarını keser. Böylece Hîdâyet
geçmişten umutsuz olduğu gibi gelecekten de umutlu olmaz, çünkü partiler
gelecek adına halka bir takım umutlar vermişti ancak bu vaatler boş vaatler
olmaktan öteye geçememiştir. Bireysel bir kaçış yolu seçerek dünyadan sürekli
kaçar ve hep ölmeyi düşünür. Yaşadığı çelişkili durumlar onda umutsuzluğun daha
da artmasına neden olmuştur. Eserlerinde anlaşılıyor ki hayatının başından
itibaren sürekli ölüm düşüncesi onu hiç terk etmemiştir. Paris’te öğrencilik
yıllarında arkadaşlarına yazdığı mektuplarda bunu dile getirmiş ve yaşadığı
dünyada mutlu olmadığını belirtmiştir. O, kendi kısa ve yoğun ömründe okumaktan
ve yazmaktan geri durmadı. Yaralı bir gönül ve hasta bir ruhla uğraşıyordu.
Mektuplarında ve yazılarında bir kimseyle konuşuyormuş gibi duygu ve
düşüncelerini belirtirdi. Hîdâyet, geriye kalan mektuplarında hayatının bir
kısmını ve düşünce tarzını anlatıyor. Arkadaşlarına ve akrabalarına yazdığı bu
mektuplarında, hayatta yaşadığı yorgunluğunu belirtmiş, kitaplarının birçok
konularında ülkenin edebi, sosyal ve siyasal konuları hakkında görüşünü
belirtmiş ve mektupların her birine hayatını taşımış görünüyor. Ayrıca onun
hayattaki ümitsizliğinin ve bıkkınlığının tamamı kaydedilmiş, bu mektupların
genelinde yazarın hafif komik sesi gizlidir.
Bu yazılarında kendi görüşlerini,
düşüncelerini açıklamaya çalışmıştır. Fakat ne var ki yazıp göndermediği çoğu
mektuplarını sağ iken yakıp yok etmiştir. İçi içini yiyen dertler ve sorularla
kendi inanç ve arzularından bahsederdi, o kendi fırtınalı ruh yapısı ve
düşünceleriyle dağınık bir dünyayı tasvir ederdi. Ondan sonra da onun hakkında
çok söylenildi, yazıldı ve birtakım kitaplar yazıldı. Hîdâyet’in sözleri, onun
hasta ve perişan ruhunun yansımalarıydı. Bu şekilde yıllarca yazılar kaleme
aldı. Hîdâyet’in öykülerindeki kahramanları daha çok esnaf, köylü, işçi, çırak
ve diğer meslek grupları arasında seçilmişler. Onun eserlerinde bazen lafız ve
mana bir aradadır. Onun nesri sade, olgun, sağlam ve içinde onun kinayesini de
taşıyan bir tarzdadır. Gulam Ali Seyyar onun yazıları hakkındaki görüşünü şu
şekilde dile getirmiştir: Hîdâyet, sözlerini su ve toprak gibi saf ve açıkça
dile getiren ve yazan nadir yazarlardandı… Bir kelimesi ne az ya da ne fazla
yazılmış, ne de boşboğazlık ederdi.
Yabancı dile hakimiyeti en az anadili
kadar kuvvetliydi. Tercümeleri konusunda sürekli övgü almıştır, özellikle
Fransızcadan Farsçaya çevirilerinde son derece başarılı olmuştur. Hîdâyet’in
edebi mirası tartışılırken, dikkat ve özenle yapılan; genellikle sade, akıcı ve
zor olmayan değerli çevirileri görmemezlikten gelinemez. O, Fransızcadan
Farsçaya çevirilerde yetenekliydi, bazen dünyanın büyük yazarlarının eserlerini
çalışması Farsçaya ilgi uyandırıyordu. Hîdâyet, çeviri işini ciddiye alıyordu.
Çevirinin zorluklarının, çıkmazlarının ve inceliklerinin farkındaydı. Eserin
sahibi olan yazarla düşünce açısından manevi irtibatı kurabiliyordu. Konuştuğu
yabancı dilde aksanı aksamayan, kullandığı kelimelere özen gösteren,
düşüncelerini kusursuz bir şekilde karşısındakine aktaran biriydi. Onun
Fransızca yalnızca bir yazısını okuyan Jan Rişared, onun dili ve yazıları
hakkında şöyle bir yorumda bulunur: “Yazmaktan bizar olduğunu ve toplumdan
kaçtığını duyuyorum, ben onu tanımıyorum, fakat böylesi aydınlık bir ışığın
sönmesi yazık olur. Eğer Hîdâyet gibi yazarlar kalemi bir kenara bırakırlarsa…
Topluma karşı görevlerini yerine getirmezler… Ona sözümü söyleyiniz: Dünyanın
size ihtiyacı vardır.”
Hîdâyet, en büyük çağdaş
edebiyatçılardan biriydi. Jan, onun eserini okurken kendi anadilinde yazan bir
Fransız’ın eserini okuyormuş gibi hissettiğini söyler. Ebu ElKasım Encu-yi
Şirazi şöyle ifade etmiştir: Sâdık Hîdâyet, tartışmasız mevcut zamanın en büyük
yazarıdır ki o, sadece yazarlık yönteminde yeni bir tarz oluşturmadı; ayrıca
edebi ve sanatsal camiası, toplantılarında şöhret ve seçkin bir kişiliğe sahiptir.
Hatta ülkemiz, dünyanın yeni yazarları okulunda Hîdâyet ve onun büyük eserleri
sayesinde tanınmıştır. Hîdâyet, İran düzyazısının dünya edebiyatı yazı
türlerinde tanınmasında önemli bir rol oynamıştır. Duygu zarafeti, düşünce
gücü, güçlü yorumlama, ifade samimiyeti, temasal yenilik, yapı güzelliği ve
insani içerik onun eserlerinde öyle parlıyor ki onun yazılarını çağdaş ve eski
birçok yazarların eserlerinden belirginleştiriyor. Hîdâyet büyük bir incelik ve
güçle, sanat zarafeti ile kendi okuyucusunu düşündürmeye sevk ediyor. Onun işi,
Fars edebiyatında bir devrimdir ve neticesinde edebiyat ehlinin gözünde ve
kendi döneminde reddedildi. Hîdâyet, Avrupa kültüründen, kısa öykü yapısını ve
kişilikler psikolojisini aldı ve ilk kez yeni öykü yazarlığı sanatını İran
yazarlarına tanıttı. Yazarlık gücünü halk kültüründen onların deyimleriyle,
günlük konuşmalarıyla harmanladı ve birkaç asıl çağdaş edebi eserler ortaya
koydu. Hîdâyet, kısa öykü dilini de olgunlaştırdı. Öykü yazarlığı konusunda
kendi yerini açtı ve kendi hakkaniyetini doğruladı. Natûl Hânlurî son
zamanların “Fars Nesri” adlı İran yazarları ilk kongresindeki röportajında
şöyle der: “Hîdâyet’in eserleri çoğunluk milletin dilinden beslenen deyimler
termolojisi, kinayeler ve atasözleri canlı ve güzeldir ve eski edebiyattan
değildir.” İnsanlar onun öykülerinde daima doğal ve deyimlerle, sözlerle ve
özgü yorumlama ile kendi sınıflarıyla konuşuyorlar. Hîdâyet’in şöhreti onun
edebi çalışmalarının ve onun kendi özgü öykülerindendir.
Hîdâyet, sadece Fars edebiyatında
değil Avrupa edebiyatı alanında da öyküleriyle şöhret kazandı. Sâdık Hidâyet’in
kısa öyküleri hepsi bir tarzdan değildir. Onlardan bazıları daha güçlü ve
bazıları daha zayıftır ve hatta onların arasında çok zayıf olanları da
hatırlanabilir. Fakat o Fars dilinde yazarlıkta kendine özgü bir tarz ortaya
çıkartmıştır. O, 19.yüzyılın ortalarında Avrupa edebiyatında kendi yerini açtı.
Sâdık Hîdâyet’in kısa öyküleri, gerçekten de o zamanda kısa öykü yazmak için
çeşitli tekniklerle yazılmışlar ve çoğu yeniydiler. Hîdâyet’ten biraz önce ve
hatta onun yazarlığı zamanında, Hîdâyet’ten önce şöhret olan başka yazarlar
vardı ve onların eserleri Hîdâyet’in eserlerinden bir dereceye kadar daha çok
okuyucuya sahipti. Bu yazarlar o dönemin halkın moraline ve halkın isteklerine
göre hareket ediyorlardı fakat özgü bir tarza sahip değildiler.
Şüphesiz onun Kör Baykuş hariç diğer
eserlerinde Avrupa’nın realist ve natüralist mekteplerinden etkilendiği
görülür. Hîdâyet, bu iki okulun metot ve kurallarını bilerek ve akıllıca
eserlerinde gözetip taklit ediyordu ve onun hakkında şunlar daha açık bir
şekilde söylenmiştir. “Hîdâyet, çok araştırma neticesinde bu iki okulun
yazarlarının eserleriyle olgunluğa ulaşmış; deyim yerindeyse, teknik ve
yöntemlerden haberdardı ve tüm çabası Avrupalı yazarların makul yöntemi ve
onların çalışmalarının yöntemini Fars dilinde var etmekti.” Hîdâyet, Avrupalı
realist ve natüralist yazarlarını takip ediyor ve taklit ediyordu. Onun kısa
öyküleri birkaç tarzdadır, bazıları tamamen gerçekçi bir tarzdadır. Bu
öykülerinde Hidâyet, kendi toplumunun çeşitli tabakalarının yüzlerini,
adetlerini ve davranışlarını tasarlamaya ve işlemeye çabalıyor. Onun
eserlerinden bu grup diğer dillere tercümesi mümkün olmayabilir, anlam ifade
etmeyebilir fakat bir İranlı için zevk ve ilgiye değerdir. Bu eserleri okuyan
herkes kendinden bir hikayesini onlarda bulabilir. Bunlara Erkeğini Kaybeden
Kadın, Daş Akıl, Hülleci ve Ölü Yiyenler örnek verilebilir. Bu hikâyeler bazen
geçmiş tarihle ilgilidir bazen de gelecekteki günlerle. Ahlaki dersler ve
öğütler vermekten olabildiğince kaçınmaya çalışan Hîdâyet'te yine de çocuk
masallarına yakın türde öğüt verici hikâyelere rastlamak mümkündür. Özellikle
Zinde Be-Gûr(Diri Gömülen) kitabında yer alan Ab-ı Hayat(Hayat Suyu) hikâyesini
masal şeklinde inşa eden Hîdâyet, birbirine zıt karakterli üç kardeşin
hikâyesini anlatır, bu küçük masalımsı hikâyede Sadık Hîdâyet çok derin ve
çarpıcı ironilere ve göndermelere yer verir. Böylece öykülerinde ironi, yergi
ve taşlamaya çok sık rastlanır.
Yaradılış Efsanesi’nde Hîdâyet, bir
kuklacıyı tasvir ettiği bir kısa oyundan oluşmaktadır. Hîdâyet’in Piyesleri
teknik açıdan yüksek bir makama sahip değillerdir. Onlar sahnelenmesi için
yazılmamış, kuşkusuz sanatsal sözler söylenmemiş, diyaloglar ve konuşmalar uzun
ve yorucudur. Isfahan Dünyanın Yarısı adlı Sefernamesinde Hîdâyet, 1311 hş. yılının
Ordibehişt (21 Nisan-21Mayıs) ayında bu tarihi şehre yaptığı seferinde gözlem
ve izlenimlerini özenli bir şekilde aktarmıştır. Meydandaki kalabalığı,
mollaları, dilencileri, yükleri çalı-çırpı olan eşek gruplarını, temiz kullanılan
arabaları, kale gibi kerpiçli evleri, çarşaflı kadınları, kümbetleri, uzaktan
parlayan eyvanları, kuyumcu vitrinleri gibi süslü sokakları, bahçeleri,
tarlaları, güvercin yuvalarını, bahçıvanları… Dünyanın yarısı olan Isfahan’a,
sanat ve görkem şehrine ulaşmasını anlatmıştır. İran’ın bu eski tarihi şehrini
görmeyi ve onun tarihi eserlerindeki coşku ve mutluluğu anlatmıştır. Okuyucusu
ile birlikte halı sanayisi, dokuma kumaş üretimi, mimariyi, Alçı sanatını ve
mozaikleri seyrediyor. Hiciv ve Eleştiri konusunda da Hîdâyet, Çağdaş İran
Edebiyatı’nda bir usta mahiyetindedir. Eleştirdiği konuları sade ve yalın bir
şekilde normal bir insanın bakış açısında değerlendirmiştir. Bu onun sanatının
belirgin özelliklerinden biridir, mizah ve hicvetme onun en ciddi öykülerini
bile renklendirmiştir. Hicvettiği konular sıradan ve basit konular değildir,
bunu yaparken perde arkasında saklanarak kahramanın ağzıyla kendi fikir ve
düşüncelerini belirtmiştir. Çoğu zaman imalarda bulunup değineceği konu
hakkında işaretlerde bulunmuştur.
KAYNAKÇA: ÇEKİCİ Mitat, SÂDIK HÎDÂYET'İN HAYATI, ESERLERİ VE ESERLERİNDE İŞLEDİĞİ ÖLÜM TEMASI, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doğu Dilleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Erzurum 2012, 29-42.